AYNAYA BAKMAK, AYNAYI GÖRMEK
Ormanda bir su birikintisinin başında kendi suretime bakıyordum. Buddha yanıma gelip ‘Bu su zehirli,’ dedi. ‘Hayır efendim,’ diye yanıt verdim. ‘Bakın, bütün hayvanlar içiyor.’ Oradan su içen kaplanları, geyikleri gösterdim. ‘Onlar suyu içiyor,’ dedi. ‘Bir ayna olarak kullanmıyor. Aynalar zehirlidir. Sen suda kendi görüntüne bakıp tüm dünyadan, evrenden keskin bir bıçakla ayırıyorsun kendini.’
Bora Ercan’ın öğrencilerine verdiği ödevlerden biri, “iki yetmez bir fazla” imiş. Ben de bu yazıda, Jacques Rancière’in Cahil Hoca isimli kitabından yola çıkarak bu söz üzerine düşünmek istiyorum.
Rancière’in kitabına konu olan kişi, Fransız Devrimi sonrası eğitmenlik yapan Joseph Jacotot’dur. Bourbon Hanedanı yeniden iktidara gelince, Hollanda Kralı’nın vesayeti altına, Leuven’e sürgüne gönderilen Jacotot, Fransız edebiyatı okutmanı olarak burada bir iş bulur. Ancak ne kendisi tek kelime Hollandaca bilmektedir, ne de öğrencileri Fransızca. Jacotot’nun zihinsel serüveni işte bu karşılıklı cehaletin deneyimi ile başlar.
Hoca ile öğrenci arasındaki hiyerarşik düzen, ortada hocanın öğrencileri açıklamalarla yönlendirebileceği bir dilin bulunmayışı nedeniyle yıkılır ve zihinsel özgürleşmenin yolu açılır. Fénelon’un Telemak isimli eserinin iki dilli bir baskısı sayesinde öğrenciler, iki metni karşılaştırarak, öğrendiklerini sürekli tekrarlayarak, araya hocanın neyi ne zaman yapmaları gerektiğini bildiren “açıklayıcı” müdahaleleri girmeksizin, tıpkı bir çocuğun anadilini öğrenmesinde olduğu gibi, gözlem, dikkat ve taklit yoluyla Fransızcayı gayet yaratıcı bir biçimde sökerler.
Burada hocanın işlevi, öğrencinin iradesini ateşlemekten ibarettir, yoksa bir “üçüncü” olarak öğrenci ile metin arasındaki ilişkiyi bölmek değildir. Çünkü Jacotot’nun geliştirdiği, “zekâların eşitliği” aksiyomuna dayanan eleştirel pedagoji yöntemine göre öğrenmek, potansiyeli açığa çıkarmak demektir. Öğrenme süreci, bir dokunma, el yordamıyla arama, tekrar etme ve vazgeçmeme sürecidir.
Jacotot bu yöntemi geliştirirken, Yunanca iki kelimeyi (“bütün” ve “her bir”) birleştirerek Panekastik adını verdiği felsefenin ilkesinden yararlanır: “Her şey her şeydedir.” Yani “her bir zihinsel tezahürde insan zekâsının bütünü” bulunmaktadır. Bu ilke bizi hakikat ile dil arasındaki ilişkiye götürür. Hakikatin açıklanabileceği ve bunu ancak bilge hocanın yapabileceği düşüncesi üzerine temellenen Aydınlanmacı eğitime karşı Jacotot eğitimi der ki: “Hakikat söylenmez. Hakikat bir ve bütündür, dil onu parçalar.” Bizden bağımsız olarak var olan hakikati cümlelerimizle parçalarız; onun etrafında döner dururuz. O yüzden hiç kimse hakikatin sahibi değildir. Kendi yörüngesinde yol aldığı sürece ise herkes hakikate temas etme kudretine sahiptir.
“İki yetmez bir fazla” sözünde ima edilen “bir” ile “iki” arasındaki ilişkinin mantığı da hakikat ile dil arasında kurulan bu ilişkiden çıkarsanabilir. “Bir”in düzeni hakikate açılır, eşitlik varsayımına dayanır ve pratik ile mümkündür. “İki”nin düzeni ise dil, otorite ve teori etrafında örülür.
Felsefi kökeni itibariyle yoga, dünyevi olandan yani “iki”nin sınırlılığından, koşulsuz olana yani “bir”in sonsuzluğuna yönelen ve son derece pratik bir anlama sahip olan hakikat arayışına dayanır. İnsanı dönüştüren bu metafizik bilgiye erişmek için bir manevi rehberin yol göstericiliği gereklidir. Ancak rehber, “yol yürüyüş öğretir” sözüne sadıktır; öğrenciden önce yürümez; ona kendi yürüyüşünü dayatmaz; ondaki potansiyeli açığa çıkarmaya çalışır; defalarca düşüp yeniden doğrulmasına eşlik eder. Zira sonsuz en küçük birimin derinliklerindedir. Bu ister bir öğrenci, ister bir çiğ tanesi olsun…
Jacotot yöntemi ile yoga arasında böyle bir ilişki yakaladığımızda, yogik bilginin dünyevi kurumların dönüşmesine de ilham olabileceğini düşünebiliriz.
TÜM YAZILAR