BİR ÖĞRENCİ(!) MEKTUBU
Bazı derslerden sonra gelenler dersle ilgili yorumlarını paylaşırlar. Eğer 'ders çok güzeldi' derlerse kendilerini iyi hissettiklerini, sadece 'ders güzeldi' derlerse o kadar da iyi hissetmediklerini anlarsınız. Bazen de derslerden sonra, ki bu çok sık olmaz, şöyle mektuplar alırsınız:
"Bir şekilde altı ay önce yogaya başlarken, iyi hissetmenin bir üniforma gibi mecburi olmasından çekiniyordum açıkçası. Günümüz dünyası yoganın da belini bükmüştür diyordum. Ama deneyimlediğim şey, başka hallerin reddedilmesi değil, her türlü hissiyatın bir metre karelik özgürlük alanına yayılması oldu.
Roman yazmayı “tersten striptiz”e benzetmişti birisi. “Striptiz yapan, nasıl yavaş yavaş giysilerini çıkartıp çıplaklığa doğru gidiyorsa, edebiyatçı da gerçek çıplaklığı bulmak, sahiciliğe ulaşmak için çıplak olanı giydirerek anlatır” diyordu. Yoga yapmak da sanki biraz buna benziyor. Rahat ve sağlam bir duruşla, bedenin nasıl konumlanacağını öğrenerek hayatın akışını tersine çevirmek... Yani bir dünya görüşü edinmenin ötesine geçerek, içinde devinip durduğumuz gündelik yaşam formlarına bakmak, duygulanımlarımızın haritasını çıkarmak ve bu yapının dönüşebilirliğini fark etmek, bunun için uğraşmak... Zor bir iş...
Birlikte çalıştığım hocalardan özellikle sen meseleye böyle bir açıdan yaklaşmama vesile oldun. Çünkü yoga pratiği bu başlangıç düzeyinde benim için asıl anlamını “kara” ve “kızıl” tarafımıza yönelik bakışta buldu. Tek kelimeyle “acı”ya yönelik bakışta... Birlikte “kara” bir ders yapmış, karanlık tarafımıza bakmıştık. Kaybın, ölümün ve mücadelenin simgesi olarak “kızıl” olana ise hem doğrudan son derste hem de genel bir biçimde temas ettiğimi söyleyebilirim. Örneğin her dersin sonunun bir ölçüde kaybetmeye yöneldiğini düşünüyorum. Ceset duruşu, o âna kadar bu dünyada kapladığımız yeri her seferinde biraz daha kaybetmenin duruşu gibi geliyor bana. Hayatımızdan eksilenlerin, ölülerimizin, kaybettiğimiz her şeyin bize yüklediklerine, henüz doğmamış ve çoktan ölmüş olanlarla bir arada oluşumuza, başkasının acısına bakabilmek için, kendimizi eksilterek ve derinleştirerek, kendimizle yüzleşmeye, kendi acımıza bakabilmeye çağırıyor ceset duruşu ve bu sayede, kusursuz bir vicdanın olmadığı bilinciyle özü her daim dara çekmenin imkânını zorluyor. Acının bilgisi, bütün bir varoluşun bilgisine açılıyor. Böylelikle varoluş yok sayılan bir şey üzerine inşa edilmiş oluşuyla yüzleşiyor; sorumluluk alarak kendi boşluğunun hesabını veriyor; görünenlerin ardındaki görünmeyenler ortaya çıkıyor. Bir tür yas tutma ve kurtulma süreci. Bu yüzden yoga, kara ve kızıl renklerin gösterdiği gibi, negatif olanın görünmezliği üzerine verili dünyayı kuran ve onu muhafaza eden bir “pozitif”likten ziyade son derece anarşist, eleştirel, etik-politik bir pratik. Genelde bu âlemde tanık olunan “iyi hisset”, “kendini geliştir”, “potansiyelini keşfet” gibi talimatlar ise dünya kokan, çarpık ve yozlaşmış bir yorumun ve kestirmeden bir kaçış alanı arayışının göstergesi sanırım.
“Verili olanı yıkma” meselesi zihin üzerine düşünürken de bağlandığım bir yer oldu. Başlangıç derslerinin birinde zihni tanımlama konusu gündeme gelmişti. Sonradan Batılı bir filozofun, Spinoza’nın bir tanımına rastladım. Spinoza zihni, “bedenin düşüncesi”, aslında tam olarak “bedenin ideası” olarak tanımlıyor. “Düşünüyorum öyleyse varım” argümanının tam tersi; “varım öyleyse düşünüyorum”. Duygulanımlar alanı olarak bedenin tasarımı zihni oluşturuyor. Yani varolma biçimim düşüncemi örgütlüyor. Zaman ve mekânla sınırlı/koşullanmış varlıklar olarak biz insanlar, bu koşullanmışlık doğrultusunda dünyayı anlıyoruz.
Zaman ve mekân anlamı yaratan bir kurgu ise o halde, bu kurguyu değiştirmek ve dünyayı başka türlü anlamak mümkün. Ama bu noktada şöyle bir soru beliriyor: Zaman ve mekânın koşulları değişmeden bu anlam nasıl dönüşecek? Zaman ve mekânın belirleyiciliğinden kurtuluş insanın soyut bir biçimde salt aklını kullanmasıyla olacak bir şey değilken. Akıl da öncelikle bozulması gereken kurulmuş bir şey ne de olsa. Öyleyse yoga, bütün bir asana sistematiğiyle bu kurtuluşun yoluna düşürüyorsa eğer bizi, çıkış noktası itibariyle maddeye, yani zorunluluklarla çevrili varoluşa, yani zamana ve mekâna odaklanmalı diye düşünüyorum.
Marksist düşüncenin temel düşünsel aracı tarihsel materyalizm ile yoga gibi metafizik yönelimli bir disiplin arasında yakınlık kurmaya kadar gidiyor bu saptama.
Böyle bir ilişki ne derece uygun düşer bilmiyorum ama zihin beden tarafından koşullanıyorsa, beden en küçük ölçekte bu koşullamanın yani zamanın ve mekânın ta kendisi olacaktır. Dolayısıyla bedene müdahale ederken, zamanı ve mekânı yerinden oynatmış oluyoruz. Beden dolayımıyla da asıl olarak zihne ulaşabiliyoruz. Bu nedenle, mevcut durumun tarihselliğine ve bu tarihselliğin açığa çıkmasıyla birlikte dönüşebilirliğine vurgu yapan materyalist düşüncenin yogayla bir ilgisi olmalı. Son derece somut bir biçimde matın üzerinde “durmak”la geçen sürede, her gün yeniden ürettiğimiz dünyadaki duruşumuzu sorguladığımızı ve kesintiye uğrattığımızı hissedebiliriz.
Afganistan’ın Amerika’ya söylediği bir söz vardı; “sizin saatleriniz var, bizim zamanımız!” diye.
Yoga da bu sözün taşıyıcısı sanki; konumlarımızı mevcut düzene sabitleyen, durağanlaştıran bir zamanının içinde akışkan bir zamansallık açma imkânı yaratarak. Tabi yoga, materyalizmden farklı olarak, yeni bir dünya örgütlemekle ilgilenmiyor; dünyadan bütünüyle çıkmanın yollarını döşüyor. Ancak yine de bu yolun başlangıcında “bedenin düşüncesi/düşüncenin bedeni” fikrinde somutlaşan maddeci bir kavrayışın, bir varlık probleminin olduğunu görüyorum. Ve şimdilik beni asıl etkileyen işte bu bağlantı oldu. Yogaya ilişkin doğru düzgün bir şey okumadan cahil cesaretiyle bu düşünceleri ifade ettiğimi belirteyim ve daha fazla haddimi zorlamayayım. Başlangıç adımının bu düşüncelere açılması benim için önemliydi, bundaki payın için çok teşekkürler."
TÜM YAZILAR