BÜYÜMEK VE YOGA
Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa / Böcekler gibi başlamalı yeniden.
Dağınık dikkati / bilinç akışını bütünleştirmeye yönelen yoga tekniğinin, bilinci dağıtan ve bozan duyusal çağrışımların uyandırdığı duyguları denetim altına almak için önerdiği nihai çalışma tek bir noktaya yoğunlaşmaktır. Bu yoğunlaşma, duygusal karmaşanın içinde yaşam açlığı çeken insanın edilgenliğinden kurtulması ve özerkleşmesiyle sonuçlanır. Eliade’nin belirttiği gibi, “dünyevi düşüncenin yazgısı nesneler tarafından düşünülmektir. ‘Düşünce’ dış görünüşünün altında aslında duyular, sözler ve bellek tarafından beslenen belirsiz ve düzensiz bir kırpışma gizlenir. Yoginin ilk görevi düşünmek, yani düşünülmeye izin vermemektir.”
Biz modernlerin özerklik yanılsamalarıyla dolu gündelik hayat deneyimi karşısında, tek bir nesneye yoğunlaşarak, nesneler tarafından istila edilen biricik insan olma niteliğinden sıyrılmak özerkliğe dair oldukça güçlü bir vaat gibi duruyor.
Bu yoğunlaşma çalışması fizyolojik ve manevi nitelikte birçok uygulamadan oluşuyor: “1) Sakınılacak davranışlar (yama); 2) Disiplin kuralları (niyama); 3) Beden duruşları (asana); 4) Soluma ritmi (pramayama); 5) Duyumsal etkinliğin dış nesnelerin egemenliğinden özgürleşmesi (pratyahara); 6) Yoğunlaşma (dharana); 7) Yoga meditasyonu (dhyana); 8) En üstün yoğunlaşma (samadhi).”
Ben bu yazıda, zaten yoga derslerinde deneyimlemeye çalıştığımız bu uygulamaları ayrıntılandırmak istemiyorum. Ama bütün bunların temelinde yatan düşünme ile düşünülme arasındaki mücadeleye, sizlere bir kitabı tanıtarak değinmek istiyorum. Zira modern dünyada yogayla samimi bir ilişki kurmaya çalışıyorsak eğer, böylesi bir özerklik vaadi ile gündelik hayat deneyimi arasındaki çelişkinin şiddetine çok daha fazla maruz kalıyoruz demektir. Mesele de bu çelişkiyi fark etmekten ve Dreyer’in “Ordet” filminde, deliliğin sınırlarında gezinen dindar Johannes’e söylettiği, hakiki bir imana dair sözü duymaktan geçiyor: “Ben dünyanın ışığıyım ama karanlık bunu anlayamadı. Kendi içime ulaştım ama içim beni kabul etmedi.”
Aydınlanma yolunda içimizdeki karanlığa bakmak, kurumlar tarafından nasıl düşünülmüş olduğumuzu fark etmek… Dolayısıyla sizlere yoga pratiğini destekleyecek bir yan çalışma öneriyorum: Tutunmak için değil, vazgeçmek ve veda etmek için geçmişe / çocukluğa geri gitmek ve hatırlamak.
Proust’a göre, geçmişi hatırlamaya ilişkin bütün zihinsel çabalar boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanından sürekli kaçar ve asla ihtimal vermediğimiz bir nesnenin içinde bize görünür. Yoga yaparken örneğin, tek bir nesneye yoğunlaşarak zihinsel akışı engellediğimizde, paradoksal bir biçimde, başka nesnelerde gizli anıların karşımıza dikildiğini fark ederiz. Bir yoga dersi, bu gizli anıları çözme ve geçip gitmesine izin verme çalışması olarak da nitelendirilebilir. Biraz daha somutlaştıracak olursak, Türkiye’de yoga yapan insanları birbirine bağlayan bazı ortak anılar vardır. Ve bazen bir yoga sınıfında birlikte yoga yaptığımız insanlarla beraber çözdüğümüz şey ortak geçmişimizdir. Diğer bir ifadeyle, ortak karanlığımız ya da ortak düşünülme biçimimiz.
Beş bin yıllık bir disipline ortalama otuz yıllık bir hayat deneyiminin içinden geçerek güncel biçimini veriyorsak eğer, derinden bir dönüşüm için hafıza çalışmasının önemi hiç de azımsanacak gibi değil. İşte Özge Samancı’nın Türkiye’de büyümeyi anlattığı otobiyografik çizgi romanı “Bırak Üzülsünler”, bu coğrafyada büyüyen ve yogada buluşan insanlar olarak bize, kurumlar tarafından nasıl düşünülmüş olduğumuzu, düşünme imkanının ışığıyla hatırlatan bir nesne olarak okunabilir.
Samancı’nın kitabı ilk kez ABD’de “Dare to Disappoint” adıyla yayımlandı. Türkçe çevirisi ise bu ay itibariyle raflarda yerini almış durumda. İngilizce başlık çok daha ilham verici: “Hayal Kırıklığına Uğratmaya Cesaret Et.”
“Türkçe eğitim sistemi içinde nasıl pelteye dönüştüğümüzün, kim olduğumuzu ve ne istediğimizi nasıl unuttuğumuzun ve nasıl olup da hatırlayabileceğimizin hikayesini anlattığını” belirten Samancı, cümle alemin hayallerini gerçekleştirmek için çırpınırken toplumun onayladığı bir ada sahip olmayı hak ettiğimizi ama karşılığında kendi sesimizi kaybettiğimizi göstermeye çalışıyor.
Bunu yaparken Türkiye’nin yakın tarihini son derece çarpıcı ayrıntılarla toplumsal ve siyasi açıdan özetliyor. 12 Eylül askeri darbesinden sonra yaşananların bir kuşağın üzerine nasıl çöktüğünü, İzmir’deki çocukluk yıllarından İstanbul’daki lise ve üniversite deneyimine kadar aktarıyor. Böylelikle, içine doğduğu koşullar ile kendi hikayesi arasındaki dengeyi sürekli koruyarak, bu topraklarda yetişen genç bir kadının bir yandan baskıcı ortam ve beklentiler nedeniyle nefessiz kalışını, öte yandan tüm bu gürültü içerisinde yeniden yola koyuluşunu ve kendi sesini duyma serüvenini seriyor önümüze.
Sonuç olarak, Melville’in Moby Dick’ini hatırlatırcasına, güç sahiplerinin, başıboş balinaların püskürtme deliğine bayrak diktiği bir avlanma hikayesi midir büyümek? Sadece bu değildir kuşkusuz. Aynı zamanda bir engelleri aşma, kendini kaybetme sonra bulma ve yine kaybetme, en sevdiğin şeylerin konforundan feragat etme hikayesidir. Ve yoga yaparken bu hikaye üzerinde çalıştığımızı, büyüdüğümüz yolları baştan sona yeniden geçtiğimizi ve geçerken pek çok şeyi elimizden bıraktığımızı söylemek sanırım yanlış olmaz.
TÜM YAZILAR