DEKALOG VIII VE YOGA
Prakrtiden daha duyarlı bir şey yoktur; bir kez kendi kendine ‘tanındım’ dedikten sonra, bir daha Ruhun nazarına göstermez kendini.
Kieslowski, Dekalog filmlerinin sekizincisinde bize bir karşılaşma sunar: Geçmişte vermiş olduğu “adaletsiz” kararın sonuçlarıyla hesaplaşan, düşünsel bir çaba içinde kararının etrafına anlam duvarları örmeyi başaran ama bu duvarları yıkma imkânına da yakalanan kaygı yüklü bir etik profesörü, sabah koşusuna çıktığı sırada, bedenini dilediği gibi eğip bükebilen neşeli bir sanatçıyla karşılaşır. Etik profesörü kararını koşullandıran düzen-kurucu süreci anlamaya çalışırken, esnek sanatçı dünyada kendisini tarihin ve zamanın ötesine taşıyacak düzen-kırıcı bir yolu bulmuş gibidir. Öyle midir gerçekten bilmiyoruz, ama bu sahneyi Hint maneviyatının ana fikriyle birlikte düşünmek ilginç olabilir. Yani, insanın zaman ve tarih içindeki varoluşu (psikolojik-zihinsel deneyim/doğa/prakrti) ile insan deneyiminin ötesinde bir yerlerde konumlanmış mutlak hakikat (Benlik/Ruh/purusha) arasındaki bölünmenin yoga uygulamaları aracılığıyla aşılabileceği fikriyle.
Çok çeşitli yoga uygulamalarının temelinde yatan şey, bir yandan dünyaya fırlatılmış olma durumumuz, öte yandan insan ruhunu dünyayla birleştiren bağların ötesinde bir oluş haline dair sezgimiz arasındaki çatışmayı ortadan kaldırmak ve böylelikle, saf bir bilinç düzeyine, insanlık durumunu aşan başka bir oluş düzlemine ulaşmaktır. Ancak bu öyle kolaylıkla olabilecek bir şey değildir. Varoluşun kirine iyice bulanmayı gerektirir. Bu ise, insanlık durumuna derinlemesine bakmakla ve onun hakkında yoga teknikleri aracılığıyla deneyim kazanmakla mümkündür. İnsanlık durumuna bakış, dünyayı aslında anlamadığımızı, onu ancak anlamlandırabildiğimizi fark etmemizi sağlar. Acı yüklü psikolojik-zihinsel deneyimimiz, ateş, su, hava ve toprağın içine nafile anlamlarla yerleştiğimizi gösterir. Bu şekilde yaşanan dinamik ve üretken deneyim bir “şahsiyet dramı” yaratmaktadır. Bu açıdan yoga, bir kuram olarak kişisel anlamı açıklayan ve bir pratik olarak kişinin yarattığı anlamlara ilişkin farkındalık kazanmasını amaçlayan psikanalize çok yakındır. Ancak ondan farklı olarak, bu anlam akışını geri çekme eğilimindedir.
Rodin, heykeli tanımlamak için, “taşın fazlasını atmayı bilmektir” demiştir. “Fazla”sından kurtulmuş ve bir sanat eseri halini almış taş karşısında büyülenirken, bu sonucu mümkün kılan bütün bir sürecin “fazla”nın tanınmasından geçtiğini unutmamalıyız. Yaşlı ve kaygılı etik profesörü ile genç ve neşeli sanatçı arasındaki karşılaşma da, varlığın iki ayrı gerçeklik düzlemi arasındaki, yani “anlam fazlası” ile “maddenin sükûnu” arasındaki bir karşılaşma olarak okunabilir. – Sükûneti “fazla”nın bilgisine bağlayan bir yolun imkânı olarak.
TÜM YAZILAR