En stresli anda bile neşeni kaybetmeden yaşamak istemez miydin? Ya da hayatın seni sürüklemesine izin vermek yerine hayatının kontrolünü ele almak? Klişe kişisel gelişim zırvalıklarından bahsetmiyoruz: Zamanım yok diye kendini ihmal edeni zaman asla affetmez.

Bir yola çıkma zamanı geldiğini düşününüyorsan belki de yoga senin yolun, Atölye Yoga da senin evin olacak. Bu yola uymanı beklemiyoruz senden, yolun sana uymasına yardımcı olmak amacımız. Örneğin her bedenin birbirinden farklı olduğunu unutmadan ve hatırlatarak seni yogaya değil, yogayı sana adapte etmeyi tercih ederiz.

Sana iyi bir ev sahibi olmak için bazı ayarlamalar yaptık. Evimiz çok huzurlu ve sakindir, çayını kahveni alıp seanslardan önce ve sonra dilediğin kadar vakit geçirebilirsin. Bazen kahkahaları, bazen sessizliği paylaşabileceğin insanlarımız var. Daha iyi nefes almanı, daha sağlıklı olmanı sağlayacak seanslar hazırlıyoruz. Senden tek ricamız özenmen olacak: Kendine, arkadaşlarına, evine ve yolculuğuna.

DÜŞTEN DÜŞÜNCEYE: TERRA, KULE, BUDDHA

Seçil Kavuş
21/09/2016
Tutku veya hüznümü bir hazineymişçesine yanımdan ayırmadan öylece kaldım. Bana göre Fotoğraf’ın umutla beklenen özü, ilk bakışta onu meydana getiren ‘pathos’tan ayrılamazdı. … İzleyici olarak Fotoğraf’la yalnız ‘duygusal’ nedenlerle ilgileniyordum; onu bir soru (tema) olarak değil, ama bir yara olarak derinlemesine incelemek istiyordum.
Roland Barthes, Camera Lucida

Roland Barthes, fotoğrafta iki öğeyi birbirinden ayırır ve bunları adlandırmak için iki sözcük önerir: Studium ve punctum. Ortalama ve üzerinde uzlaşılmış duygular uyandıran fotoğraflarda studium baskındır. Böyle fotoğrafların işlevi açıkça anlaşılır: Bilgilendirici, temsil edici, şaşırtıcı, tutkuyu kışkırtıcı vs. Punctum ise fotoğraftaki uzlaşılmış anlamı delen ve onu belirsizleştiren bir ayrıntıdır. Bilincin eğilimlerine direnen bilinçdışı gibi. Bu ayrıntı ısrarlı bakışın hedefi olur; etkisi kesindir; ama kolayca anlamlandırılamaz. Barthes’ın ifadesiyle, “sanki görüntü, görmemize izin verdiğinin ötesinde bir tutku başlatmış gibidir.”

Can Ogan’ın Atölye Yoga için çektiği aşağıdaki iki fotoğrafa baktığımda, onları yoga temalı fotoğraflardan ayıran bir etkinin bende yoğunlaştığını hissettim. Bu hissin peşine düştüğümde ise, yoga pratiğimin anlamına dair bir imgeye ve bir düşünceye ulaştım. Sanki fotoğraf bir temanın altında kalmaktan kurtulduğunda, fotoğrafa bakan kişinin deneyimiyle buluşabiliyor ve onun gördüğü bir düşe dönüşüyordu.

Carl Gustav Jung düşü, bilinçdışının ruha açtığı gizli bir kapı olarak tanımlar. Bu kapıdan geçildiğinde bilinçdışındaki imgeler bilince taşınır, düş düşünceye uzanır ve ruhsal bütünleşmenin yolu açılmış olur. Bize içimizden saldıran bilinçdışı içeriğe eğilebildiğimizde Benlik’in yalnızca bir parçası olan ego’dan ibaret olmadığımızı fark ederiz. Bireysel bilincin, özel bir mülk olmayan, kolektif bir şeyle, bilinçdışıyla bağ kurmaya ihtiyacı vardır; bilinçdışının da bilinmeye. İşte bu ihtiyacın karşılanması olarak bütünleşme, başkasına ve yeryüzüne açılan bir yaşam imkânıdır; dünyadan kopmak değil, dünyayı kendinde toplamaktır.

O halde düşten düşünceye gideceğiz. Ki birinci fotoğrafta bakışımın hedefi olan ayrıntılar bu yolun canlandırılmış hali gibi. Şöyle ki, ilk seferde inatla gördüğüm şey, soldaki adamın bakışları ve sağdaki adamın ayaklarının çaprazlığı. Ağırlık ile hafiflik arasındaki karşıtlık beni çekiyor. Sonra bunlara üçüncü bir ayrıntı ekleniyor: Ortadaki kadının başının eğriliği. Böylece soldan sağa bir akış yakalıyorum. Bu akışa bir ad vermeye kalktığımda “bilinçdışından bilince doğru bir akış” diyorum ve nihayetinde bu ad bir imgeye ulaşıyor: “İyileşen yara.”

İkinci fotoğraftaki ayrıntı, kadının bedeninde güneşin ve gölgenin kapladığı yer. Bu görüntü bana Sylvia Plath’ın bir sözünü hatırlatıyor: “Gökyüzünün doruğunda beyaz, kayıtsız bir güneş parlıyordu. Kendimi bu güneşte, bir melek kadar ince ve uçucu hale gelene dek bir bıçak gibi bilemek istedim.” Kendi adıma başka söze gerek yok. Yine “iyileşen yara” imgesi.

Bu yazıyı yazdığım sırada fotoğrafçı Sebastiao Salgado’nun hayatını anlatan bir film (Toprağın Tuzu) izlemiştim. Salgado hayatı boyunca “öteki dünya”ya fotoğrafları aracılığıyla tanıklık eder. Dünyanın karanlık yüzüne yönelttiği bu bakış, kendi hikâyesini de anlamasını sağlar. Ve yaşamının anlamı sonunda bir düşüncede somutlaşır: Terra Enstitüsü.

Ölü yığınlarını fotoğrafladığı Ruanda’dan ayrıldığında Salgado’nun ruhu hastadır. Ruhunu iyileştiren, karısıyla birlikte giriştiği Terra Enstitüsü olur. Brezilya’daki doğduğu topraklar çorak bir araziye dönüşmüştür. Buradaki eski Atlantik Ormanı’nı yeniden yeşillendirmeye karar verirler. Ve 2,5 milyon ağaçla birlikte vahşi hayat geri döner. Toprak artık Salgado’nun özel mülkü olmaktan çıkar, herkese ait bir park haline gelir.

Jung sonsuzluğu, “dünün, bugünün ve geleceğin bir bütün oluşturduğu bir zamansızlık” olarak tanımlıyor. Eğer düşünce, duygusal çekiciliğin ve geçiciliğin ardındaki evrensel ve nesnel saptama ise, sonsuzlukla yakından ilgili. Bu yüzden Terra Enstitüsü bir düşünceydi. Jung’un, kendi inşa ettiği ve “Kule” adını verdiği, onu dış dünyadan ayıran bir konut olmaktan öte, dünyaya genişleyen evi de bir düşüncedir. Buddha’nın kendisi de.

“İyileşen yara” imgesini anlamaya çalıştığımda işte böyle bir düşünceye ulaşıyorum. Bu düşünce Melih Cevdet Anday’ın sözünü iletiyor: “Kirke, bilge tanrıça, selam sana!/Sağ salim geçtim kendimi.”

TÜM YAZILAR