SAVAŞÇININ KURALSIZ OYUNU
Sen, sende kimin misafir olduğunu bilsen hiç üzülmezdin.
Sende bir cevher var, sen cevhersin; içten içe biliyorsun ama bir türlü emin olamıyorsun, daha doğrusu konduramıyorsun.
Upanishadlarda der ki Brahman yerdedir, göktedir, havadadır, sudadır. Atman ise sende, kalbinin içindeki en küçük odada. Atman, Brahman'ın sendeki halidir.
Sen, sende kimin misafir olduğunu bilsen hiç üzülmezdin der Mevlana.
Upanishadlar ve Mevlana bunları söylüyor ama her birimizin içimizdeki şüphenin peşinden ve de kendi yolunu takip ederek gitmesi gerekiyor.
Kimi zaman yakaladığımız bu ipin ucunu hemen bir yerlere bağlayıp kendimizi bu hayatta ne kadar özel ve değerli bir insan olduğumuza inandırmaya çalışabiliriz, ardından ne kadar çok şeyi, eşyaları, parayı, arkadaşları, sevgiyi/aşkı hak ettiğimize kanaat getirebiliriz. Hayır, yol bu değil, ilk aklımıza geleni aklımızdaki başka şeylerle eşleştirmek yol değil. Veya, biricikliğin, özel ve değerli olmanın toplumsal kültürün kandırmacası olduğuna inandırmaya çalışabiliriz kendimizi bir başka sefer. Hiç kimse özel değildir gibi başka safsatalara kapılabiliriz. Bu da yukarıdaki yanılsamanın, bu kez moral bozan ucu. Ve, bu da yakaladığımız ipucunu bir yerlere sokuşturup, ondan bir an önce kurtulup rahatlayacağını zannetme, ve bu da yol değil.
Yol bir oyundur. Ve hiçbir kuralı yoktur. Yol, elinde o ipucuyla öylece durmaktır. Yol, elinde hiçbir ipucu yokken dahi öylece durmaktır. Bu oyun sadece ve sadece öylece durarak oynanır. Hiçbir kuralı yoktur dedik ya... Kuralları düşünürsen, kuralları aramaya kalkarsan oyun olmaz. Sen dur, oyun kendiliğinden başlar. Senin hiçbir şey yapmana gerek yok.
Şimdi biz bu oyunu bulmaya gidiyoruz. Kuralların olmadığı yeri bulmaya, orda öylece durmaya. Oyun gelsin bizi bulsun, oyun başlasın.
Biz derken, ben ve bir grup insan değil bu, sen, ben, hepimiz. Çünkü oyun burda ve heryerde.
Biz öylece dururken, karışımıza neler neler çıkar! "Hişt, na'pıyon öyle?" der biri gelip, biri "bak şurda dondurma var, gidelim mi? ". "Tamam canım, ama sonra, bak ben şimdi duruyorum, git beni dışarıda bekle" deriz. "Sen çık, bir saat yoga salonunun kapısında bekle, durmam bitince gelip alıcam seni" deriz. Ya da yoga dersinin hocası öyle deyin der, biz de deriz. Epey de bir işe yarar, ama yine de "öff, bugün ne kütüğüm ya hiç öne eğilemiyorum" ya da "hah! Bugün oldu bu savaşçı, o zaman renk, dans" vs. Tabi ki onları da kapının önüne pışpışlamak lazım ki biz oyuna devam edebililelim.
Bazen bu arkadaşlar (ki kendileri baştan sona zihnin düzmeceleri olur), pışpışlanmaktan, canımdan, cicimden anlamaz. Bazen, odaklandığımız yerde, yolda, oyunda karşımıza ne çıkarsa yıkıp ezeriz, elimize kılıcı alır öyle ilerleriz. Bize "sen daha iyi bir hayatı hak ediyorsun, cevhersin ya" diyen de "biriciklik yanılsaması, toplumsal kültürün..." daha lafını bitiremeden keskin kılıcımızla buluşur. Bazen oyuna kılıçlı kalkanlı bir savaşçı olarak gireriz. Oyunun kuralı yok, biz dururken çıkan bazen lotus çiçeğidir, bazen de düşmanının boynunu vuran Virabadrasana.
Oyun her an biter, her an yeniden başlar, her an yeniden ve kuralı olmadan.
Sende bir cevher var, sen bir cevhersin; sende öyle bir misafir var ki... İçten içe bunu biliyoruz; elimizi uzatıyoruz. O cevher bizde ve bunu görmek için, bunu görmeye gözümüzü açmak için gözleri kapatıp oyunu oynamaya gidiyoruz. Başlasın deyin ve başlasın. Burada lotus da olacağız evet, ama bazen de kılıçları elimize alıp savaşçıyı çıkaracağız meydana.
TÜM YAZILAR