SESSIZLİĞİN BAKIŞI
İnsan ya bir Tanrı’ya sahiptir ya da bir puta.
René Girard, “Romantik Yalan ve Romansal Hakikat” isimli kitabına Scheler’den bu alıntıyla başlar. Girard’a göre, dünyayı arzulamak ve anlamlandırmak özne ile nesneden oluşan iki taraf arasında cereyan etmez; işin içinde her zaman bir üçüncü de vardır. Yani arzunun yapısı “üçgen”dir. Özne, arzuyu dolayımlayan bu üçüncüden yola çıkarak, ona kapılarak nesneyi arzulamaktadır: “Sevinçlerin ve özellikle acıların kaynağı nesneler değildir. Yapay bir güneş olan dolayımcıdan inen gizemli bir ışın nesneye aldatıcı bir parıltı verir.”
Arzunun aracısı (médiateur, dolayımlayıcısı) modern dönem öncesinde Tanrı iken, moderniteyle birlikte puta dönüşmüştür. aracının puta dönüşmesi onun dünyevileşmesine, erişilmez bir gökyüzünden yeryüzüne, yanı başımıza inmesine işaret eder. İtibar sahibi herhangi birinin arzusu bir başkasında arzu uyandırmaya yeterlidir artık. Uyanan arzusuyla özne, aracının varlığını hedefler. Onu kendisine mal etmeyi düşler. Nesneyi de bu düşü gerçekleştirecek bir araç olarak kullanır. Yitirdiği varoluşsal bütünlüğüne bu sayede ulaşacaktır. O halde arzunun bir varoluş hastalığı olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden insanlar ne kadar tutkuyla nesneleri kapışsalar da asla tatmin olmazlar. Varoluşsal parçalanma daha da derinleşir.
Girard’a göre, kendi başına arzu duyamamayı, arzunun bu taklitçi doğasını yalnızca romancılar ortaya koymuşlardır. Ancak onlar arasında da ikili bir ayrım söz konusudur: Romantik olanlar ve romansal hakikati açığa vuranlar. Romantikler modern insanın özerklik yanılsamasına tutkuyla bağlıdırlar; arzusunun dingin bir öznellikten doğduğuna inanırlar. Cervantes, Flaubert, Stendhal, Proust, Dostoyevski gibi bütün büyük romancılar ise arzunun ardındaki aracının peşine düşmüşlerdir.
Peki, tüm bunların yogayla ne ilgisi olabilir? Yukarıdaki görselin ait olduğu “Sessizliğin Bakışı” filmini izlediğimde, tek bir sahnede geçen baş duruşunun filmle ilgisi üzerine bir süre düşünmüştüm. Yönetmen dekoratif bir unsur olarak yogaya başvurmuş olamazdı. Sonrasında bunun anlamına dair bir yorumu Girard’ı okuyunca geliştirebildim.
Belgesel niteliği taşıyan filmin olanı görmekle ilgili bir derdi vardır. 1965 yılında Endonezya’da, “komünist” oldukları gerekçesiyle, aralarında filmin başrol oyuncusu Adi’nin kardeşinin de bulunduğu 1 milyona yakın insan işkenceden geçirilerek katledilmiştir. Yıllar sonra Adi, katliamın failleriyle görüşmeler yaparak onlardan olup biteni anlatmalarını ister. Ne bir hatırlama çabası, ne de bir sorumluluk ve pişmanlık belirtisi yoktur hiçbirinde. Hatta bazısı vahşice eylemlerini başlarından geçen heyecan verici bir maceraymış gibi zevklenerek anlatır. Sanki üçgen arzunun mantıksal olarak gidebileceği en uç nokta öldürme arzusunda karşımıza çıkmış gibidir. Devletin düşman addettiği bir nesneye karşı seferber olan özne, “önce çevreye saldırıp sonra merkeze doğru yayılan çürütücü bir illet” tarafından varlığının en mahrem bölgelerine kadar istila edilmiştir.
O zaman sormak gerekiyor; aracının ortadan kalktığı, dünyayla kurulan dolaysız bir ilişki biçimi mümkün müdür? Mümkünse bunu dünyaya yönelen bir bakışla ifade edebilir miyiz? Buna sessizliğin ya da izleyicinin bakışı diyebilir miyiz? Filmde Adi, arzu döngüsünde kıvranan faillere böyle bir bakış fırlatıyor aslında. Tıpkı Scheler’in ve onu alıntılayarak kuramını inşa eden Girard’ın ya da Cervantes’ten Dostoyevski’ye deha sahibi romancıların bakışı gibi. Arzuyu yenen ve düşünceye ulaşan bu bakış, kendiliğindenlik ve dinginlikle yüklü bir halden yansıyan kavrayışın bakışıdır.
Bu noktada yine Bora Ercan’ı anmazsak olmaz. Eksik uçlu metinleriyle sözü çoğaltıyor sağ olsun. Bir yazısında arkadaşının sorusunu paylaşmıştı: “Dostoyevski yoga yapsa yazabilir miydi?” Benzer bir soru yogaya başladığım zamanlar benim de aklıma gelmişti. Dostoyevski üzerinden değil ama, düşünsel yaratımın yogayla bir arada var olup olamayacağıyla ilgili olarak. Çünkü o sıralar düşünsel olanı dalgalı bir zihnin ürünü gibi görüyordum sanırım ve yoganın bir tür hiçliğe yöneldiğini düşünüyordum. Oysa düşünce zihinsel dalgalanmaların durulduğu berrak bir yerde başlar. Girard’ın edebiyat özelinde belirttiği gibi, romansal esinin kaynağında aracıdan kopuş vardır. Romanda geçmiş arzuların canlandırılmasını sağlayan, yazarın şimdi arzu duymuyor oluşudur. Romanın sonuç bölümünde yazar, kahramanı aracılığıyla tam da bu inanç dönüşümünü ifade etmektedir: Gururunun ilham verdiği seraptan vazgeçen kahraman, ruhun soluklandığı yeni bir hayatı müjdelemektedir.
O halde sanatın ve felsefenin bakışıyla yoganın bakışı arasında yakınlık kurabiliriz. Ve bu soruya “Dostoyevski zaten yoga yapıyordu” diye yanıt verebiliriz. Zira aralarındaki en büyük fark, yoginin asanayla, edebiyatçının dille düşünüyor olmasıdır. Tabi modern insanın bedenle kurduğu ilişki de aracıdan azade olmadığından yogası da arzu dolu ve romantik olabiliyor. Oysa filmdeki gibi soykırıma varmış arzuya yönelen sessizliğin bakışı bir hakikat arayışı olarak yogayla son derece temel bir yerden örtüşmektedir. Buna belki de hakikatin yogası diyebiliriz.
TÜM YAZILAR